Bir süredir üzerine düşünüyorum. Galiba ne yaptığımı, ne yapmaktan hoşlandığımı söylerken, en çok hoşuma giden tamlama “hikaye anlatıcılığı”. Biraz aksak ve pürüzlü belki; ama kesinlikle tamladığı aşikar.
Neil Gaiman’ın kurgu dışı yazılarından derlediği The View From The Cheap Seats (Ucuz Koltuklardan Manzara) kitabını okuyorum. Gerçekten hikayelerin, hangi formatta, hangi araçlarla anlatılmak istediklerini, neden bazı hikayelerin belli araç ve gereçlerle harika anlatılırken, başka bir yapıya oturtulunca hiç işlemediğini tartmaya başladım.
Konudan konuya atlayacağım. Sonra taslaklar ve her taslakta hikayelerin, karakterlerin nasıl değişip, nasıl geliştiği üzerine düşündüm. Belki de profesyonel anlamda hikaye anlatıcılığı yapmanın en keyifli yanlarından biri. İkinci, üçüncü taslakta hikayeye bakıp hikayenin hangi doğrultuda ilerlemek istediğini keşfetmek. Buna göre harekete geçmek. Yeryüzünden Gelen Adam’ı düşünüyorum mesela. İlk taslaklarda, Nil ve Aksel, Aksel’in anneannesinin evine gittiğinde, dede uyuyor ve hiç karşımıza çıkmıyordu. Hatta tüm sahne çocukların yemek yiyip dinlenmesi için hazırlanmış gibiydi. Geliyor, yemek yiyor, anneanneyle konuşuyor, uyuyor, uyanıyor ve yola çıkıyorlardı.
Sonraki okumalarda burada birkaç sorun fark ettim: 1. Kafesten kaçmış bir Aksel’i muhafızların aramaması ve ilk bakacakları yerin yaşadığı ev olmaması mümkün değildi. 2. Biricik torunları en az 1 gündür kayıp olan anneanne ve dedenin bu kadar rahat davranması olası değildi. 3. İlk kez karşılaştığımız ve Aksel’in ebeveynleri rolündeki bu insanlardan birini hiç göstermeden O da uyuyor işte, demek haksızlık oluyordu.
Buradaki en büyük sorun bir numaraydı. Gerçekten de muhafızların Aksel’i aramasına ihtiyacım vardı; çünkü öbür türlüsü gerçekçi değildi. Diğer yandan emindim ki Aksel’in evine gitmeli ve o fotoğrafları, kar küresini görmeliydik.
Sonraki taslaklarda dede bir anda imdadıma yetişti. Ben neler yapacağımı çözmeye çalışıp, güzel bir formül ararken yatağından kalktı, merdivenlerden indi ve doğruca kitabın sayfalarından bana baktı.
“Orçun,” dedi. “Ben eskiden oyuncuydum ve güven bana, o muhafızları oyalayabilirim.”
Güvendim. Sonuç, elinizde tuttuğunuz Yeryüzüne Gelen Adam’da yer alan sahne oldu. Hem sahne hareketlendi, hem dede kanlı, canlı, geçmişi olan bir karakter oldu. Hem de muhafızların da çocukların peşine düşmesiyle her şey mantıklı hale geldi.
Bu olay nereden geldi aklıma? Dün, doktora için aldığım bir derste bir paragrafı, bir sahne şeklinde senaryolaştırmamız istendi. Zamanın kısıtlı olduğunu bilsem de önce hızlıca bir şey yazıp sonra ikinci bir taslak yapmaya karar verdim. Sonuç?
Sahneye öylesine koyup da, “bu da burada havlar, ya da bir şey yapar,” dediğim köpek, ikinci taslak da aslında çok önemli bir işlevi olacağına karar verdi ve başlı başına o sahnenin ilerlemesini sağlayan bir karakter haline geldi. Hiçbir işlevi olmayan bir dizi öge de ikinci taslak da toz oldu.
İşte şimdilerde, yazdığım şeylerde beni en çok heyecanlandıran, “Acaba ne olacak,” dedirten şey bu. Yazdığım şeyler kendilerine nasıl yer edinecek, bir anda nasıl ete kemiğe bürünecek, ne gibi durumlarda bir adım öne çıkacaklar. Sonuçta yaptığım şey neydi? Hikaye anlatıcılığı. Ve tahmin edebileceğiniz gibi her hikaye anlatıcısının özünde istediği şey, iyi bir hikaye dinlemek.