Neden yaratırız?
Yaratıcı bir etkinlik olarak neyi seçiyorsak; müzik yapıyor olalım, öyküler yazıyor olalım, resim yapıyor olalım, bunu neden yaparız? Neden bankacılık yapmak yerine – ya da bazen eşzamanlı olarak bankacılık yaparken – hemen geri dönüş alamayacağımızı bildiğimiz sancılı bir sürece sokarız kendimizi.
Yıllarca kendime ve çevreme meşguliyetin beni beslediğini, hayatımın en yoğun dönemlerinde en çok ve en iyi işlerimi ürettiğimi iddia ettim. Yıllarca buna inandım da. Şimdi her halimi gördüm. Yoğun olduğum, bomboş olduğum, nasıl bu kadar yoğun olduğuma inanamadığım zamanları gördüm. Aynı anda iki iş yaptığım, beş iş yaptığım zamanları, hiçbir şey yapmadığım zamanları gördüm. Kendimi gördüm. Ve dünyanın en sıkıcı sonucuna ulaştım.
Hiçbir şeyin, nasıl yazdığın hakkında bir etkisi yok Orçun. Yazdığın zaman yazıyorsun. Yazmadığın zamansa… başka bir şey yapıyorsun demek.
Neden yazarız?
“Dünyayla derdi olmak” sık kullanılan bir terim yazarlar için. Niyeyse diğer sanat dalları için o kadar baskın kullanılmıyor. Yazar illa dünyayla derdi olduğu için mi yazar? Durup tekrar düşünüyorum. Bu basmakalıp bir düşünce, tabii ki öyle bir koşul yok diyesim var; ama diyemiyorum. Aklıma ilk saniye gelen cevap neyse, sonunda vardığım sonuç da o. Evet. Yazar, yazıyorsa illa dünyayla derdi vardır.
Dünyası küçük olabilir veya derdi evrensel olabilir. Dünyayla derdinin – hele ki yazarlık kariyerinin başlarındaysa – farkında olmayabilir; ama illa bir derdi vardır. Neden yazarız, sorusunun cevabı da buradan gelir. O sancıyı, o süreci, o hayal kırıklıklarını yaşamaya neden razı olur? Sanatını herhangi bir şekilde icra eden kişi, neden bunlara rağmen devam eder? Bir derdi vardır çünkü ve anlatmak ister, derman bulmak ister.
Benim derdim ne? Son birkaç aydır bu soruya cevap arıyorum. Sokakta ve internette gördüğüm hayatta beni en çok üzen, en çok canımı sıkan, en çok yoran şeyleri sıralamaya çalışıyorum. Aslında dünyayla olan dert öyle formül üzerinden yürütülebilecek bir şey değil. Sıralamaya çalışırken zaten gözümün önünde oluşan şey de bir denklem değil. Bir bulut.
Çok fazla endişe var bu dünyada.
Benim derdim bu. Şuna endişe, bundan endişe diye açmayacağım burada. Biraz düşününce çıkıyor zaten çoğu şeyin ucu endişeye. Dönüp bakıyorum eskiden yazdıklarıma, şimdi yazdıklarıma, aklımdaki fikirlere. Hepsinin özünde endişe var. Gökyüzüne Düşen Kız’da sürekli tekrar ediyor mesela: Nil’in içinde bulunduğu durumda duyduğu endişe, her seferinde bununla başa çıkıp, kendini rahatlatıp, devam etmesi.
Kanagawa-oki nami ura. Hokusai’nin Büyük Dalga‘sı. Bunlar üstüne kafa yorarken son birkaç aydır kendimi sürekli bu resme bakarken buluyorum. Büyük dalga balıkçıları alabora etmek üzereyken – alaşağı demek istiyorum burada – resmedilen bu sahne tarif etmesi güç bir huzur veriyor. Halbuki anlattıklarıyla hissettikleri öyle tezat ki. Tıpkı duyduğum endişeden kurtulmak için yazdığımda huzur bulmam gibi. Ne tuhaf. O zaman,
Neden yazarım?
Bir panik atak düşünün. Kendini saniyeler, dakikalar içinde ortaya çıkarıp saklandığı yere geri dönmesin de, yıllara yayılsın… Sinüs grafiği gibi dalgalanarak bütün hayatınızı kaplasın. İnsan hayatı böyle. Benim için onu yola sokacak, düz bir çizgide ilerletecek yegane şey, türlü şekillerde ondan bahsetmek. Hayaletin adı olunca hayalet o kadar korkunç değil; ve bir gün olur da kendimi gökyüzüne bakarken Hokusai’nin resimlerine bakarken bulduğum dinginlikte bulursam, o gün bileceğim ki dünyayla bir derdim kalmamış.