Yazan insanların nasıl yazdıkları üzerine düşünüyorum.
Sık düşündüğüm bir şey değil bu; ama zaman zaman kısa süre için yoğun bir şekilde üstünde dururum. Genellikle bir şeyler yazmaya başlarken, ya da bir şeyleri bitirmeye odaklanmışken oluyor bu. Şu durumda, ikisinin ortasında oldu. Yeryüzüne Bakan Teleskop’u bitirmeye çalışıyordum, hemen sonra da romana başlamıştım ve o zamandan beri yazarların nasıl yazdığına dair her şeyi mideye indiriyorum.
Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu’nun podcast’i “İlk Sayfası”nı dinliyorum. Ahmet Ümit her zamanki keyifli sohbetiyle anlattı nasıl yazdığını, Zülfü Livaneli de iyi bir hikaye anlatıcısı olmanın ne olduğunu gösterircesine rahat ve alelade anlattığı gündelik öykülerini bile dikkatle dinletti. Bir sürü farklı yazarın (şu anda 9) farklı yazma hallerini görmek ilginçti.
Beni en çok şaşırtan şey, Türkiye’de yalnızca yazmaya yeni başlayanların değil, çok satan yazarların bile bazılarının revizyona, taslaklamaya pek inanmıyor oluşu. Hakan Günday örneğin, oldukça hızlı bir şekilde yazdığını ve geri dönüp bir daha romana bakmadığını, hatta sonra bazen hatalar fark etse bile düzeltmediğini söyledi. Bunu “punk”la ilişkilendiriyordu; beklemiyordum.
Diğer yanda Nermin Yıldırım ve Hikmet Hükümenoğlu romanlarının 5-10 taslaktan, versiyondan geçtiğinden bahsetti. Gerçi Hükümenoğlu en küçük değişikliği bile yeni bir taslak olarak tanımladığını, bu yüzden tam sayıyı asla bilemediğini de söyledi.
Diğer yanda Emirhan Burak Aydın’ın blogu Endişe Odası’na bakıyorum. Orada şöyle diyor Aydın: “Yazarken ne zaman gerçeğe çok sadık kalsam, o kısım sıkıcı oldu. Ne zaman yaşananı bozsam, kurguyu dahil etsem, o kadar daha iyi hikayeler çıktı.”
Ahmet Ümit de İlk Sayfası’nın ilk bölümünde sorulduğu zaman, yeni yazarlara yaşadıkları şeyleri aktarmalarını öğütlüyor. Ayrıntısına çok inmese de, Aydın’ın söylediğinden daha “gerçeğine sadık” bir aktarımdan söz ettiğini sanıyorum.
Bunu düşünerek şimdi yazdığım romana dönüyorum. Adı galiba MBRY,SÖ. Romanın belli başlı yerlerinde otobiyografik ögeler var gerçekten. Daha doğrusu otobiyografik demek istemiyorum; ama kurguyu kuvvetlendirmek için başıma gelen, canlı şekilde hatırladığım olayları başıma geldikleri haliyle ama başka karakterlerin başına geltirdim. Romanda başka birinin başına geliyorlar; ama olay aynı yani. Şimdilik iyi hissettiriyor. Bir terslik, ya da Aydın’ın yaşadığı gibi sıkıcılık görmüyorum. Sonraki taslaklar ne der bilmiyorum tabii. Taslak demişken,
Nasıl yazarım?
Farklı medya araçları için farklı şeyler yazdım ve farklı şeyler denedim. Gökyüzüne Düşen Kız, Yeryüzünden Gelen Adam ve Yeryüzüne Bakan Teleskop’un üçü de ayrıntılı planlar yaparak başladı. En az üçer taslaktan geçtiler (GDK’nın yayınevine giden son taslağı 7. taslaktı). İkinci taslağı birkaç beta okuyucuya gönderdim, sonra kendime de bir çıktı aldım ve onların notlarıyla kendi kağıttan okuduğum halinin üstüne yazdığım notları birleştirdim.
Yakın zamanda “Büyük Dalga” diye bir şey tamamladım. Çok kısa olmasına rağmen tek başına birkaç taslaktan geçti ve son halini bulması aylar aldı.
Rüyagezer’i geçen yıl bir televizyon dizisi olarak yeniden yorumlamıştım. Orada ayrıntılı plan senaryonun yazım süreciyle iç içe geçti ve oldukça yoğun geçen birkaç hafta içinde tamamlandı. Orada ise 2 ve 3. taslak arasında dramatik değişiklikler oldu. Şimdi 4. taslak yapmam gerekiyor ve biliyorum ki yeni taslaktaki değişiklikler daha da dramatik olacak. Böyle radikal değişiklikleri yalnızca senaryolarda yapıyor/görüyor olmak ilginç.
Şimdi yazdığım romandaysa ilk kez ayrı bir yere yazılmış ayrıntılı bir plan yok. Belli başlı sahneleri biliyorum, nasıl başladığını biliyordum, nasıl biteceğini biliyorum. O noktalara gelene kadar aradaki boşlukları yazarken dolduruyorum. Dahası bir boşluğu doldururken genelde ilerdeki birkaç boşluk için daha fikirler gelmiş oluyor. Sanıyorum ki çok geçmeden her şeyi bilir bulacağım kendimi.
İlk kez ilk taslağı elle yazıyorum. Müthiş bir his. Neil Gaiman’dan aldığım tüyoyla her gün farklı renk bir mürekkep kullanıyorum ki her oturduğumda ne kadar yazmışım görebileyim. Kendi yazımı okuyabilmek adına bir tık da yavaş yazmaya çalışıyorum, bir süre sonra yavaş yazmak düşünce akışımı da yavaşlatıyor, sanki yazdıklarım daha çok şey ifade ediyormuş gibi geliyor; ama bakalım öyle mi gerçekten.
Böyle olunca ikinci taslak da haliyle el yazısını bilgisayara geçirdiğim taslak olacak, iki katı dikkatle düzenlenmiş bir taslak olacaktır umuyorum. Henüz o noktaya çok var; ama bütün yazma serüveni öyle işlemiyor mu? Bir sözcük koyuyorsun, bir sözcük daha koyuyorsun ve sonra bir de bakmışsın… her yer sözcük dolu.