Abim Ölmüştü ve Ben Koşuyordum

           2000’lerin başıydı. Ankara’da, Aşağı Ayrancı’da, Güvenlik Caddesi’nde, Liva Pastanesi’nin olduğu binada, kirada oturuyorduk. Halıflekslerimiz hiç güzel değildi ve gece tuvalete kalkacak olursak mutlaka bir hamamböceğiyle karşılaşıyorduk; ama evimizdi ve seviyorduk. Abim irydi ve büyüktü. Ben çelimsiz ve küçük. Yine de boğuşmaya başladıımız zaman kimin altta, kimin üstte olacağı belli olmazdı. Abimle boğuştuğumuz bir gün salonda onu yere serdim. Hıncını alacağımı bildiğimden tüm hızımla uzun koridoru koşup odama gittim. Abim hışımla arkamdan geliyordu; ama planlarımın farkına varamamıştı. Odama girip bana saldırmak üzere atıldığı sırada kapının eşiğinden çıktım, göğsüne var gücümle tekme attım. Filmlerdeki gibi olsun istedim. Abimin ayakları yerden kesilsin, birkaç metre havalansın ve poposunun üstüne düşsün. Sonra da filmin sonuna kadar ayağa kalkamasın.

            Öyle olmadı. Tekmemin gücü onu havalandırmaya yetmedi; ama oldukça sertti. Abim olduğu yerde iki büklüm oldu. Göğsünü tuttu, yere eğildi ve hırlamaya başladı. Büyük nefesler almaya çalışıyor; ama başaramıyordu. O panik ne kadar sürdü bilmiyorum; ama herhalde saniyeler içinde kendine geldi ve boğuşmaya devam ettik. O gün abimin nefesini sadece benim kesebileceğimden emin olmuştum. Ona sadece ben zarar verebilirdim.

            Birkaç hafta önce koşmaya başladım. Koşmak fikri aslında evlenmeden kısa bir süre önce yerleşmişti zihnime. Takip ettiğim bir internet karikatüristi ‘Uzun Mesafeler Koşmamın Korkunç ve Muhteşem Nedenleri’ adında bir çizgi-öykü yayımlamıştı ve okuduklarım ufkumu açmıştı. Aynı çizgi öykünün sonundaki notlarda ünlü yazar Haruki Murakami’nin de bir maraton koşucusu olduğunu, ve koşuyla yazın hayatı arasındaki bağı anlattığı ‘Koşmasaydım Yazamazdım’ adında bir kitabı olduğunu öğrendim. Kitabı aldım, hayallerimin kadınıyla evlendim. Balayına gittim. Kitabı okudum. Maraton koşmayı çok istiyordum.

            Kitabın, çizgi-öykünün, internetteki pek çok insanın koşmak hakkında söylediklerinden çok etkilenmiştim ve sonuç olarak Temmuz ayının ortasında, abimin ameliyatından iki hafta sonra ilk kez koştum. Abimin iyi olmasını istediğim için, ve bunun zor olduğunu da bildiğim için iki haftadır düzenli olarak dua ediyordum. Neler istediğimi biliyordum, yatmadan önce bunları hangi sırayla söyleyeceğimi biliyordum. Dualarımın yasalarında hiçbir açıklık kalmıyordu; böylece kötü şeyler olursa ‘Evet, öyle dua etmediğim için olmadı herhalde’ diyemeyecektim. Hiçbir duamda ‘hayırlısıysa’ demedim; çünkü hayırlısını değil abimlisini istiyordum.

            İlk koşum 6 kilometreydi. Kendime hiç yürümeyeceğime dair söz vermiştim. Bir de 50 dakikanın altında koşacaktım. O süre içinde kafamda bir şey olmayacaktı, sadece dua edecektim. Sadece dua edebilecektim. Olmadı. Meğersek beynim kendini bacakların ritmine ve düzenli nefes alıp vermeye adamışken bir de dua etmeye konsantre olması mümkün değildi. Sorun değildi, kendime önümdeki 6 kilometre boyunca ağzımla değil ayaklarımla, adımlarımla dua edeceğimi söyledim. Belki 6 cümle, 6 sure olmayacaktı duam; ama 6 kilometre olacaktı.

47 dakika boyunca, hiçbir şey düşünemeden koştum. Belgrad Ormanı’nda bir parkurda koşuyordum. İlk kez koşuyordum ve yaşadığım bu deneyim ‘nefes aldırıcı’ydı. O günden beri koşuyorum. 1 Ağustos’ta dedem abimden önce öldüğü zaman da koştum, 9 Ağustos’ta abim öldüğünde de.

Ölüm tuhaf. Büyük cümleler kurmak istiyorum. Yaşadığım bu acıdan bir şeyler paylaşmak, bilmişlik taslamak istiyorum; ama olmuyor. İşin aslı, insanın kardeşini gömmesi hiç güzel bir his değilmiş. Sanki kaburgalarımın tam bittiği yerde, diyaframımın şişmeye başlayacağı yerde bir el var, ve o el yumruk olmuş içlerimi sıkıyor gibi hissediyorum. Tutuyor, döndürüyor, büküyor, burkuyor. Elini kalbime, miğdeme, akciğerlerime atıyor, böbreklerimi yumrukluyor, acıtıyor. Ama aslolarak tırnaklarıyla orayı yavaş yavaş kazıyor. Nasıl tarif ederim bilmiyorum; ama beni oymaya çalıştığını hissedebiliyorum.

Hayatımda en çok dostum Can Koçak’ın küçüklük anılarına güldüm. Ailesiyle çıktığı seyahatlerde tuttuğu notları okumuştuk. Defterler dolusu gezi notlarında küçük bir çocuk balon yapmanın türlü yollarından bahsediyor, kızılderililerden daha güzel çadır yapacağını iddia ediyor ve karadenize gitmek konusunda ‘bir kere mutlaka, bir daha asla’ tavsiyesini veriyordu. Akşam okumaya başladığımız defterler sabah saat 8’e kadar bitmemişti, gözümüze uyku girmemişti ve gülmekten tüm kaslarımız ağrımıştı. O gün ‘Hayatımda en çok bunlara güldüm’ demiştim, bugün hayatımda bir daha asla o kadar gülemeyeceğime eminim.

Galiba insanın kardeşinin ölmesi bunu yapıyor. O içeriyi oyan yumruğa yer açmak için bir parçayı alıp götürüyor. Hiçbir şeye eskisi kadar gülemeyen, ağlayamayan, şaşıramayan insanlara dönüştürüyor. Hep biraz eksik olacak gibi hissediyor insanı. İnsanın ruhundan, canından, insanlığından eksiliyor.

Belki de diyorum, bu mantıklıdır. Belki de asıl sınav budur. Her bir ölümle insanlığımızdan biraz daha kaybediyoruzdur ve Allah Baba’nın asıl görmek istediği şey de insanlığımızı ne kadar koruduğumuzdur. Öyleyse abim insanlığından çok kaybetmeden gittiği için şanslı. Bense başta o olmak üzere ileride hayatımın vereceği ölümlerden eksilmemeye çalışacak, eksilen insanlığımı yerine koymak için çabalayacağım. Eksilen insanlığımın yerine gelen o yumruğu bir şekilde tutmak, o eli sıkmak ve dışarı çekmek için elimden geleni yapacağım. Koşacağım.

Belgrad Ormanı’ndaki 6 kilometrelik parkurda özel bir yerim var. Dördüncü kilometre. Nasıl oluyor bilmiyorum; ama her seferinde, tam oraya geldiğimde tüm yorgunluğum gidiyor üzerimden. Sonsuza kadar koşabilirim gibi hissediyorum. Bacaklarım tüm ilişkisini kesiyor ve mekanik bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Yani koşumu, bacaklarımı kontrol etmiyorum.  Yani kaslarımı ben hareket ettirmesem de seyahat etmiş oluyorum. Bir çeşit astral seyahat gibi…

Ve işte o zamanlarda Ogan’ıma hiç olmadığı kadar yakın olduğumu düşünüyorum. O benim yanıma gelmiş gibi değil, ben onun yanına çıkmışım gibi de değil; ama sanki tüm dinler ve kuantumla başlayan bilimler ve paralel evrenler arasında bir nokta, bir frekans, bir geçit bulmuşuz da kavuşabiliyormuşuz gibi. O anlarda, Ogan da yanıbaşımda oluyor. Ben ağaçların gölgelerinde, tartan zeminde koşarken o da galaksiler ve kozmoslar arasında gidiyor. Ben ona gittiği için kızgın olmadığımı; ama kesinlikle ölmemeseydi daha iyi olacağını söylüyorum. Oysa bana ‘aman boşver’ der gibi omuzlarını silkiyor, ‘Merak etme’ diyor. Tüm meraklar o an siliniyor zihnimden. Ne cumhurbaşkanlığı seçimini, ne Ogan’ın daha iyi bir yerde olup olmadığını, ne ölümden sonra ne olacağını, ne de maaşımın ne zaman yükseleceğini merak ediyorum. Onu özlediğimi söylüyorum. O da beni özlediğini söylüyor; ama ‘merak etme’ diye ekliyor. İşte o zaman ‘çok özlemek’ acı vermek yerine yüzümde bir gülümsemeye dönüşüyor. Ve belki de bu yüzden, her koşuda dördüncü kilometreden sonra hep gülümsüyorum.

Acı ve trajedi anında insan hiç beklemediği yerlerde huzur buluyor. Babam gitarda çalınan birkaç şarkıda bulmuştu mesela. Annem Ogan’ın arkadaşlarının hikayelerinde bulmuştu. Kedileri Mıncık ve Bebek’te bulmuşlardı o huzuru. Bense huzuru nerede arayacağımı bilemedim. Kalabalık  istemediğimi, tüm ağlama ve özlemelerimi kendi kendime yapmak istediğimi biliyordum; ama beni neyin rahatlatacağına dair bir fikrim yoktu… Ta ki dördüncü kilometreye kadar…

Her şey böyle oldu işte. Bir Pazar günüydü. Abim ölmüştü ve ben koşuyordum. Abimin ölmesiyle ilgili hiç mutlu değildim ve anlam veremediğim şeylerin sayısı çok fazlaydı; ama merak etmedim. Derin ve düzenli nefeslerle, gülümseyerek sekiz kilometre koştum.

Bundan sonra da koşmak istiyorum. Önce 7k, sonra 10k, sonra yarı-maraton, sonra maraton koşmak istiyorum. Ayaklarım bir yerden sonra kendi kendine hareket ederken ben de etrafıma bakmak, merak etmeden bütün bir evrenin bilgisini içime çekmek istiyorum. ‘Neden koşuyorsun?’ diye soranlara ne cevap vereceğimi de biliyorum.

Koşuyorum; çünkü bir gün koşarken dördüncü, kırk dördüncü, ya da dörtyüzüncü kilometrede her şeyi anlayabileceğime inanıyorum.

Reklam

Yazar: Orçun CAN

I write and read and shoot and watch - in reverse order.. // Yazıyorum, okuyorum, çekiyorum, izliyorum.. ama ters sırayla..

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: