Bir Kitap, Bir Seyahat ve Bir Seyahat Daha

Burada yazdıklarımı takip ediyorsanız, geçtiğimiz yıl vaktimin büyük kısmını aslında benim bile olmayan bir kitaba harcadığımı bilirsiniz. Adını, kimin olduğunu şimdiye kadar paylaşamıyordum; ancak 24 Mart 2017 itibariyle tüm kitapçılarda olacağı için artık gönül rahatlığıyla ifşa edebiliyorum. Karşınızda Goblin Kral:

Bunu ben çevirdim. İthaki Yayınları editörü Alican Saygı Ortanca’dan uzatma üstüne uzatma alarak, Ağustos 2016’da teslim ettim ve şimdi bu harika kapakla günler sonra çıkacak.

Çeviri yapmayı sevmiyorum. 2008 yılında, üniversiteyi okurken bir yandan para kazanmak için, çeviri bürolarında vekaletnameler, iş sözleşmeleri, diplomalar, prospektüsler çevirerek başladığımdan sanırım. Bana kalırsa dünyanın en yalnız işlerinden biri (yazarlık yapan biri söylüyor bunu) ve güzel anlamda yalnızlık demiyorum. Herkes-dışarda-eğlenirken-ben-niye-ekran-başında-saatler-harcamak-zorundayım anlamında yalnızlık.

Şimdiye kadar çevirdiğim metinlerin yelpazesi geniş ve bir o kadar da saçma. Bir keresinde bir savunma ihalesi için orta menzilli füze teknik şartnamesi çevirmişliğim bile var. Bu çeviriyi içinde yılbaşı gecesinin olduğu bir hafta yapmış, büyük kısmını Samsun’a gidiş ve oradan dönüş otobüsünde, iki büklüm şekilde tamamlamıştım.

Dolayısıyla çeviriye dair her şey bana külfet sözcüğünü çağrıştırıyordu. Goblin Kral ile ilişkimiz de böyle başladı. Her zaman yaptığım gibi önce neyle karşı karşıya olduğumu anlamaya çalıştım. 138 bin sözcük gösterdi yazılım. 138 bin art arda dizilmiş İngilizce sözcük. Türkçeye çevirdiğimde bunun aşağı yukarı 100 bin sözcüğe tekabül edeceğini biliyordum.

GDK 15 bin sözcük. YGA 17 bin. O ana kadar tek seferde çevirdiğim en uzun metin ise 18-20 bin sözcüktü. İşte bu can sıkkınlığıyla giriştim işe. Önce kitabı baştan sona bir okuyayım ki neyle karşı karşıya olduğumu bileyim istedim. İyi ki de öyle yapmışım.

Kitabı o kadar sevdim ki… Tüm Taht oyunları ve benzerleri arasında nasıl ilaç gibi geldi anlatamam. Kitabı bir kez okumayı bitirince de çeviriye dair ne bir korku, ne bir bıkkınlık olmadan oturdum başına. Çok yoruldum çevirirken; ama bir kere bile lanet etmedim. Kaynak metni sevmek işimi inanılmaz bir ölçüde kolaylaştırdı.

Peki neden? Bu kitabı neden sevdim? Daha da önemlisi siz niye seversiniz, neden almalısınız? Son birkaç yıldır Kırmızı Saçlı Kız ile izlediğimiz, okuduğumuz hikayelerde daha fazla “iyi” aradığımızı fark ettik. Sinemada ya da televizyonda 90’lardaki gibi hikayelerle karşılaşınca çok mutlu oluyoruz. Kitaplar konusunda da hafif olan, bizi hüzün bekçisi haline getirmeyecek olan hikayeleri tercih etmek için elimizden geleni yapıyoruz. Dışarıda zaten günlük hayat her zamankinden daha kaotik. Her gün fark etsek de, etmesek de çevrede, ülkede ve dünyada ruhumuzu zedeleyen, içimizi ezen bir sürü şey oluyor. Karşı koymaya, tepki göstermeye bile gücümüz kalmıyor bazen. Son gücümüzü de artık tak ettiği noktada “hayır,” demek için saklıyoruz.

İşte böyle bir ortamda baş karakterinin düpedüz iyi olduğu. İnsanların iyiliğini düşündüğü, ve başına iyi şeyler gelmesini dilediğimiz biri olan bir hikaye gerçekten ilaç gibi geliyor. Kitabın kendisi saray entrikalarıyla, diplomasiyle, biraz steampunk biraz da yüksek fantazyayla dolu; ama özünde bu hikaye çocukluğumdan hatırlayıp da özlediğim o iyilik her zaman kazanır öykülerini hatırlatıyor. Ve ben o hikayeleri gerçekten çok özlemişim. Cuma günü çıkmış olacak kitap. Alın. Pişman olacağını sanmıyorum.

Gelelim diğer haberlere. Web sayfasında bir değişiklik fark etmiş olabilirsiniz. YGA çıkacağı zaman olduğu gibi 3. kitap için, YBT için de tasarım değişti. Sitenin içerisinde de yavaş yavaş değişiklikler olacak. Hayat hala ufak çaplı bir hortum tarafından oradan oraya savruluyor, dolayısıyla kitabın tarihi için de, siteye gelecek güzel şeyler için de kesin konuşamıyorum. Hoş, kitap daha editöre gitmedi bile. Her şey çok gecikti. Umarım buna değer.

Son kitapla uğraşmaya devam ederken, ilk iki kitap da okunmaya devam ediyor. Bunun için sanırım hem öğrencilere, hem de öğretmenlere teşekkür etmem gerekir. Her iki kitabın da yakın zamanda yeni baskıları olacağını öğrendim; ki bu büyük bir haber. GDK 4, YGA 2. baskısını yapıyor olacak. Ben de kitabı okuyan öğrencilerle buluşmak üzere gezmeye devam edeceğim.

Hemen Pazartesi günü, 20 Mart’ta Alanya’da Barış Manço Koleji canavarlarıyla bir araya geleceğim. Memlekete gitmenin heyecanı var üstümde. Alanya’ya son ziyaretimden bu yana neredeyse 5 yıl geçmiş.

Bir ay sonra, 21 Nisan’daysa bu sefer Ankara’dayım. İncek Okyanus Koleji canavarlarıyla etkinliğimiz var bu sefer. O etkinliğin de yeri ayrı; zira ilk kitabın ithaf edildiği güzel kuzen Nil’in okulu aynı zamanda.

Henüz kesinleşmemiş birkaç program daha var, zamanı gelince haber vereceğim. Hiçbir şey için söz veremesem bile yeni haberler olunca buradan duyuracağımı biliyorsunuz zaten.

Güzel bir baharın hepimize hayır getirmesi dileğiyle,

Orçun.

Kitaplar, İmzalar, Söyleşiler

Birkaç gün önce Twitter’da Yeryüzüne Bakan Teleskop’u 2016’da bitiremeyeceğimi söyledim. Daha fazla ertelememeye çalışacağım ve gerçekten o kadar ertelemem gerekiyormuş gibi de hissetmiyorum. Ocak-Şubat gibi taslağı bitirip geri bildirim almak üzere ilk okuyuculara gönderebilirim. Sonra bir kez daha üstünden geçeceğim, onlardan gelen yorumlara bakacağım ve ancak sonra YKY’ye teslim edeceğim.

Diğer yanda, gezmeye başlıyorum. 3. kitap heünz çıkmayadursun, ilk ikisiyle yollara düşüp söyleşi ve imzalara gitmenin zamanı geldi.

İlk olarak Ataşehir Kitap Şenliği’nde olacağım. 16-30 Aralık’taki şenliğin üç günü beni orada bulabilirsiniz. 17 Aralık Cumartesi, 20 Aralık Salı ve 23 Aralık Cuma günleri saat 11.00-13.00 arasında YKY standında olacağım.

Daha önce okul etkinliklerine gittiğim bazı okulların da şenliğe gideceğini biliyorum. Eğer rast gelirsek lütfen yanıma gelip merhaba deyin. Tek bir okul olmadığından ve söyleşi gibi bir durum da olmadığından daha uzun sohbetler edebiliriz diye umuyorum.

Henüz tam tarih ve kapsamı kesinleşmediği için listeleyemiyorum; ama Ocak ayı itibariyle farklı şehirlerde olacağım. Ayrıntıları kesinleştikçe paylaşırım; ama  önümüzdeki aylarda Alanya, İzmir, Ankara ve Osmaniye’de olacağım sanırım. Belki de o sırada son kitabı da bitirmiş olur, yeni ve güzel haberler, belki kitaptan bölümler paylaşırım sizinle.

Bu sene de bir yılbaşı dileği yazmaya çalışacağım; ama olur da o zamana kadar görüşememezsek diye şimdiden mutlu yıllar diliyorum.

İki Kitap

Bizi şekillendiren kitaplar vardır. Bazen, hayatımızın öyle bir döneminde, öyle bir kitap çıkar ki karşımıza, alır ruhumuzu, “oluş”umuzu evirir çevirir, eksiltir, ekler ve geri yerine bırakır. Artık eskisi gibi biri değilizdir ve geriye dönüş yoktur.

Farklı yaşlarımızda, farklı dönemlerimizde, farklı kitaplar böyle mıhlar bizi. Bazısı sinsi sinsi, fark ettirmeden, çaktırmadan ulaşır emeline,  bazı göz göre göre, hatta ağzımıza vura vura değiştirir içimizde bir şeyleri.

Daha önce, burada da yazmış olabilirim, başka yerlerde söylediğime eminim; ama lisede beni değiştirdiğini bildiğim bir kitap var. J. D. Salinger’ın “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı. Lise 2’de beni aldı, evirdi çevirdi yerime oturttu.

Dedim ya, bunu daha önce söyledim. Bunun hakkında kaç kez konuştum. Salinger sevgim hakkında, onun öykülerindeki ustalığı konusunda biraz daha konuşmak istersem, ayrı bir yazı da yazabilirim; ama bugün öylece otururken Kırmızı Saçlı Kız’ın hatırlattığı bir film, beni şekillendiren diğer kitabı bir anda aklıma düşürüverdi. Ve galiba (emin değilim; ama muhtemelen) tüm ortaokul ve lise hayatım boyunca, kişiliğimi doğrudan şekillendirdiğine inandığım sadece 2 kitap var.

İkincisi, Ölü Ozanlar Derneği. Filmi değil, aynı yıl çıkan ve senaryodan hikayeleştirilen kitabı. Bu kitapla ilgili aklımda kalan en keskin anı, bana “melankoli”yi nasıl öğrettiği. Daha doğrusu, bir kitabın akışında nasıl kötü olayların gerçekleşebileceği, nasıl kötü bir olayla bitebileceği ve buna rağmen sizi kendine küstürmeyebileceğini göstermesiydi. Bir hikayenin sizi emniyetli bir şekilde üzüntüye sarıp, güvenli bir şekilde o üzüntüyü, matemi, yası, kızgınlığı, kırgınlığı, hüsranı yaşatıp aynı güven ve emniyetle sizi olduğunuz yere geri bırakabileceğini görmüş ve büyülenmiştim.

Hem hikayelerin, hem de insanların nelere kadir olduğuna dair pek çok şey öğretti bu kitap bana… Tıpkı Çavdar Tarlasında Çocuklar gibi.

Böyle yani. Hemen düşününce iki kitap. Bana neyi öğrettiği, neye devşirdiğini söyleyebileceğim iki devasa, küçük kitap. Tabii bu o dönem için, daha önce, daha sonra beni değiştirdiğine emin olduğum başka kitaplar da var; ama muhtemelen onlar da başka yazıların konusu.

NaNoWriMo

Yılın son çeyreği her zaman için ayrı keyif vermiştir bana. Doğumgünümün, cadılar bayramının, noel neşesinin, soğuyan havayla birlikte dünyaya çöken yeni renk tonlarının yanı sıra, keyiflenmemin bir sebebi de Kasım aylarıdır sanırım. Zira Kasım, yazma ayıdır.

NaNoWriMo, yani National Novel Writing Month (Ulusal Roman Yazma Ayı), ABD’de başlayan, ancak özellikle son birkaç yılda tüm dünyaya yayılan bir uygulama. Amaç çok basit. Kasım ayında 50 bin sözcük yazmaya çalışıyorsunuz. Belki de severek kitaplarını okuduğunuz pek çok yazar, zamanında bu çılgınlığa katılmış, hatta hala katılıyor olabilir. Ülkemizde MonoKL Yayınları’ndan Silo serisi çıkan Hugh Howey bunlardan biri.

Elbette buradaki asıl amaç insanın kendini yazmaya zorlaması. Ben de bu yüzden bu sene ilk kez ciddi olarak bulaşmaya karar verdim. Hedefim 40 bin sözcük (Türkçe’de ekler sözcüğe eklenmeli olduğundan İngilizce’ye oranla aynı metinde çok daha az sözcük kullanılıyor. İngilizce metinlerde kullanılan sözcük sayısı Türkçe’ye göre yaklaşık 1.3 kat daha fazla). Bunun içinde Yeryüzüne Bakan Teleskop’u bitirmek de giriyor, başka öyküler ve ayrıca kurgu dışı bazı metinlerimi tamamlamak da. Hatta ilk günün şerefine, biraz da kendimi şımartmak adına şu an tane tane sözcüklerle donattığım bu yazıyı bile ekleyebilirim.

Şu anda 185 olmuş. Kaldı 39815. Hadi bakalım.

Hikaye Anlatıcılığı Üzerine

Bir süredir üzerine düşünüyorum. Galiba ne yaptığımı, ne yapmaktan hoşlandığımı söylerken, en çok hoşuma giden tamlama “hikaye anlatıcılığı”. Biraz aksak ve pürüzlü belki; ama kesinlikle tamladığı aşikar.

Neil Gaiman’ın kurgu dışı yazılarından derlediği The View From The Cheap Seats (Ucuz Koltuklardan Manzara) kitabını okuyorum. Gerçekten hikayelerin, hangi formatta, hangi araçlarla anlatılmak istediklerini, neden bazı hikayelerin belli araç ve gereçlerle harika anlatılırken, başka bir yapıya oturtulunca hiç işlemediğini tartmaya başladım.

Konudan konuya atlayacağım. Sonra taslaklar ve her taslakta hikayelerin, karakterlerin nasıl değişip, nasıl geliştiği üzerine düşündüm. Belki de profesyonel anlamda hikaye anlatıcılığı yapmanın en keyifli yanlarından biri. İkinci, üçüncü taslakta hikayeye bakıp hikayenin hangi doğrultuda ilerlemek istediğini keşfetmek. Buna göre harekete geçmek. Yeryüzünden Gelen Adam’ı düşünüyorum mesela. İlk taslaklarda, Nil ve Aksel, Aksel’in anneannesinin evine gittiğinde, dede uyuyor ve hiç karşımıza çıkmıyordu. Hatta tüm sahne çocukların yemek yiyip dinlenmesi için hazırlanmış gibiydi. Geliyor, yemek yiyor, anneanneyle konuşuyor, uyuyor, uyanıyor ve yola çıkıyorlardı.

Sonraki okumalarda burada birkaç sorun fark ettim: 1. Kafesten kaçmış bir Aksel’i muhafızların aramaması ve ilk bakacakları yerin yaşadığı ev olmaması mümkün değildi. 2. Biricik torunları en az 1 gündür kayıp olan anneanne ve dedenin bu kadar rahat davranması olası değildi. 3. İlk kez karşılaştığımız ve Aksel’in ebeveynleri rolündeki bu insanlardan birini hiç göstermeden O da uyuyor işte, demek haksızlık oluyordu.

Buradaki en büyük sorun bir numaraydı. Gerçekten de muhafızların Aksel’i aramasına ihtiyacım vardı; çünkü öbür türlüsü gerçekçi değildi. Diğer yandan emindim ki Aksel’in evine gitmeli ve o fotoğrafları, kar küresini görmeliydik.

Sonraki taslaklarda dede bir anda imdadıma yetişti. Ben neler yapacağımı çözmeye çalışıp, güzel bir formül ararken yatağından kalktı, merdivenlerden indi ve doğruca kitabın sayfalarından bana baktı.

“Orçun,” dedi. “Ben eskiden oyuncuydum ve güven bana, o muhafızları oyalayabilirim.”

Güvendim. Sonuç, elinizde tuttuğunuz Yeryüzüne Gelen Adam’da yer alan sahne oldu. Hem sahne hareketlendi, hem dede kanlı, canlı, geçmişi olan bir karakter oldu. Hem de muhafızların da çocukların peşine düşmesiyle her şey mantıklı hale geldi.

Bu olay nereden geldi aklıma? Dün, doktora için aldığım bir derste bir paragrafı, bir sahne şeklinde senaryolaştırmamız istendi. Zamanın kısıtlı olduğunu bilsem de önce hızlıca bir şey yazıp sonra ikinci bir taslak yapmaya karar verdim. Sonuç?

Sahneye öylesine koyup da, “bu da burada havlar, ya da bir şey yapar,” dediğim köpek, ikinci taslak da aslında çok önemli bir işlevi olacağına karar verdi ve başlı başına o sahnenin ilerlemesini sağlayan bir karakter haline geldi. Hiçbir işlevi olmayan bir dizi öge de ikinci taslak da toz oldu.

İşte şimdilerde, yazdığım şeylerde beni en çok heyecanlandıran, “Acaba ne olacak,” dedirten şey bu. Yazdığım şeyler kendilerine nasıl yer edinecek, bir anda nasıl ete kemiğe bürünecek, ne gibi durumlarda bir adım öne çıkacaklar. Sonuçta yaptığım şey neydi? Hikaye anlatıcılığı. Ve tahmin edebileceğiniz gibi her hikaye anlatıcısının özünde istediği şey, iyi bir hikaye dinlemek.